top of page

Wohin? Ungewiss. / Varış noktası neresi? Belli değil.

 

https://de.indymedia.org/node/235827

 

 

on: Thomas Meyer-Falk am: 04.11.2022 - 17:42

Themen: 

Antirassismus

Kultur

Repression

Regionen: 

Freiburg

Der Titel ist einem in diesem Jahr erschienen Gedichtband Asiye Müjgans entnommen. Die vor 65 Jahren in der Türkei geborene diplomierte Soziologin und Autorin lebt seit 1997 in der Schweiz, wo sie als Konfliktmanagerin arbeitete.

 

In ihrem ersten in deutscher Sprache erschienen Buch „Gelächter, das die Mauern überwindet“ (Trikont Dialog Edition, 2020), verarbeitete sie ihre eigenen Erfahrungen während ihrer Gefängniszeit in der Türkei, sowie die Erlebnisse anderer Gefährtinnen und Gefährten. Dort werden das Lachen und der Spott im Gefängnisalltag zur Kraftquelle, die der Brutalität der jeweiligen Gegenwart, sich allmächtig gerierender Staatsmacht damit oftmals mehr entgegen setzten, als es nackte Gewalt vermocht hätte.

Nun stellt sie in einem schmalen zweisprachigen, bebilderten Gedichtband ihre ursprünglich auf Türkisch entstandenen Gedichte vor, welche sie in einer Rohfassung auf Deutsch übersetzte, bevor dann Wolfram Malte Fues „das darin verborgene deutschsprachige Gedicht herauszuarbeiten“ sich bemüht habe, wie der ehemalige Professor und Literaturwissenschaftler in einer Nachbemerkung festhält.

In rund 40, oft sehr zarten, mitunter nur wenige Zeilen umfassenden Gedichten eröffnet die Autorin einen fragilen Zugang zur Welt, zur Sprache, zum spürenden Innengrund. Dabei treten die Fotos von Ömer Kanıpak, einem 1972 in Istanbul geborenen Fotograf, in einen stillen Dialog zu ihren Gedichten. Und so ergibt sich ein berührender und zugleich kraftvoller Einblick in die Gegenwartsdichtung. Gerade die Zweisprachigkeit, der Brückenschlag, macht den Gedichtband so wichtig.

 

„ Hintereinander / gehen die Gedanken / einer nach dem

anderen / rennend / ohne sich zu berühren. / Ich strecke meine Hand

aus / ach / wenn ich sie mal kurz anfassen dürfte.“

 

Bibliografische Angaben zu dem rezensierten Buch:

Autorin: Asiye Müjgan Güvenli

 

Titel: Perdenin Önü / Vor dem Vorhang

Verlag: Edition Howeg (Zürich, Schweiz)

ISBN: 978-3-85736-358-0

Preis: 32,00 €



                                 Elinden Kaza Çıkan Kadınlar kitabıyla ilgili Asiye Müjgan Güvenli ile söyleşi
                                  Filiz Karakuş

https://catlakzemin.com/elinden-kaza-cikan-kadinlar-kitabiyla-ilgili-asiye-mujgan-guvenli-ile-soylesi/
Asiye Müjgan Güvenli ile Dipnot yayınlarından çıkan;aile ve çevre baskısı, gelenekler, erkek egemenliği,
yoksulluk, şiddet ve dışlanmışlık gibi nedenlerle çıkış yollarının tıkanmasından ötürü ‘Elinden Kaza Çıkan Kadınlar’ kitabı üzerine konuştuk

 

 

Seni neredeyse 35 yıl sonra cezaevindeki tanıklıklarını yazmaya iten ne oldu?

Bu kitap benim yazmayı kendime ‘görev’ edindiğim üçüncü ve bu bağlamda son kitap. Öncelik tabii ki politik tutuklulardı. O kitapla (Taş Duvarı Aşan Kahkahalar) politik tutukluları azgın baskılarıyla mahvettiklerini düşünen iktidara yanıldıklarını göstermek istedim. İkinci kitabın konusu Avrupa’da yabancı düşmanı olmayan yerlilerin yabancılarla ilişkilerindeki Avrupa merkezci bakış açısından kaynaklanan çarpıklıklardı.

Bu kitaptaki tanıklıkları ise yıllardır yazmayı düşünüyordum. Toplumda en az tanınan, kısmen sadece yargı tarafından değil, toplum tarafından da cezalandırılan bu kadınlar üzerindeki görünmezlik perdesi kalksın istedim. Bu kadınlar ağırlıklı olarak köy ya da kasaba kökenliydiler. Ancak eylemleri, özellikle de ‘koca katli’ bağlamında, kentli kadınlarla aynıydı. Benzer açmazlarla kuşatılmışlardı. Erkek şiddeti kaba kuvvetin yanı sıra egemen ve belirleyici tutumlarda da beliriyor. ‘Koca katli’ gerisinde-yanında bir de aşk ilişkisi olunca (Belma örneğinde evliliğe zorlama, Süheyla örneğinde tehdit ve tecavüz) bir çeşit ‘zorunluluk’ olarak beliriyor. Öte yandan tanıklıklarımı ‘özel olan politiktir’ ile de bir araya getirince bunları yazmak adeta zorunluluk oldu. Bu tanıklıklarımı kurguyla örmenin keyfi de yazar olarak benim payıma düşen kısmı oldu.

 

“Elinden Kaza Çıkan Kadınlar” adını seçerken ne düşündün?

Kaza istemeden meydana gelen olaydır. Karpuz keserken insan parmağını kesebilir, ya da koca bıçağın üzerine düşebilir! Bu kitaptaki tasarlanmış diyebileceğimiz (bakır zehirlenmesi, Belma, Süheyla) eylemler de sonuç olarak bu kadınların başka çıkış yolu bulamamasından kaynaklanıyor. Bu anlamda tamamen isteyerek yapılan eylemler değil. Bu bağlamda bu kadınların eylemleri de bence ‘kaza’ kategorisinde görülebilir. Sözgelimi ilk öyküde kesinlikle tasarlama yok, kadının yaşadığı şiddete yastıkla cevap vermesi. ‘Kültablası’ da keza istemeden ve tasarlamadan ölüme sebep olma. Bu nedenle bu başlık. Bu arada şunu da eklemeliyim: ‘Koca/sevgili/erkek katli’nde kullanılan aletler genellikle yastık, soğan bıçağı, kültablası gibi ev eşyaları. Peri kendisini yaralayan bıçağı kullanır. Semahat bir çocuk olarak koruma altına alınması gerekirken hapishaneye gönderilir.

 

Türkiye’de feminist hareket/kadın hareketi uzun yıllardır gerekçesinde erkek egemenliği yatan davaları politik davalar olarak görüp, bu davalara müdahil olmaya çalışıyor. Özellikle kadınların erkek şiddetine karşı meşru müdafaa zemininde ölmemek için öldürmek zorunda kaldıkları çok sayıda dava kadın hareketinin gündeminde. Senin hikayeleştirdiğin kadınların da bir bölümü öldürmek zorunda kalan kadınlar. Cezaevinde yattığın dönemlerde bu davaların politikliği üzerine düşünmüş müydün?

Hayır, hiç böyle düşünmemiştim. Ancak bu kadınları yargılamamıştım da. O zamanlar henüz feminist değildim. 1980 yılında birisi bize feminist dese, hakaret sayardık!

Bence sadece meşru müdafaa değil, koca-baba-sevgili kısaca erkek öldüren/öldürmek zorunda kalan kadınların belki hepsinin değil ama çoğunun eylemlerinin gerisinde erkek egemenliği, baskı, şiddet, tecavüz, cinsel istismar yatıyor. Bence bunlar da politik davalar kapsamına girmeli. Kadın katillerinin hakim önüne takım elbiseyle ellerini önde bağlayıp çıktıkları bir ülkede sanırım yelpazeyi kadınlar lehine daha da genişletmek ve politikleştirmek elzem.

 

Kitabında birkaç öykünde silahı çekmek, “namusu kurtarmak” kadına düşüyor.

Kan davası erkek tarafindan da sürdürülse, kadın tarafından da yerine getirilse çok acı. Geleneklerin tutuculuğuna çok iyi bir örnek bence kan davası. Geleneksel ilişkilerde kadınlardan beklenen sadece çocuk-yaşlı bakımı, ev işleri (köylerde tarla da dahil) vb. değil, namusu da kurtarmak. Bunu kadınlar da içselleştiriyorlar bu acımasız sarmalda. Bazen ödüllendirilir de kadın: kayınpederin gelininin tetiği çeken elini öpüp başına koyması gibi.

 

Zina suçundan gelen kadınların ortamı neşelendirdiğinden bahsetmişsin. Oysa özellikle o dönemlerde zina yapan kadın aşağılanırken cezaevinde sence neden neşeyle karşılanıyor?

Doğru, ‘zina’ o zamanlar ‘aşağı suç’ olarak görülürdü kadınlar arasında. Hatta ‘Kösem’deki ‘zina’dan gelen kadın dahi sadece kocasından dayak yediğinden değil, zinadan tutuklanmış olmasından da utanıyordu. Tekdüze hapisane yaşamında zinadan gelip giden bu kadınların hikayelerini dinlemek özellikle ‘ağır mahkumlar’ için bir çeşit soluk alma gibiydi. Öte yandan unutmayalım ki, ‘zina’ toplumda (kadınlar arasında da hatta) aşağılanan bir şeydi. Belki de bu nedenle bu kadar uzun süre bir ceza maddesi olarak kalabildi.

 

Son olarak neler söylemek istersin?

Romanlardan söz etmek isterim. Biliyorum hiç kimse cüzdanının çalınmasından, evinden birşey çalınmasından hoşlanmaz. Hoşlanmak ne kelime, öfkeyle karşılar. Olay tabii ki sadece ‘özel mülkiyet’ değil, tersine bir biçimde insanın özeline müdahale. Ancak bu kitapta anlattığım Roman kadınlar da aslında elinden başka türlü kaza çıkan kadınlar. Bunların hiç birinin okuma-yazması yoktu, bir hırsız evinde dünyaya gelmişlerdi ve sadece hırsızlık öğrenmişlerdi. Anlattığım bu üç kadın da meslekleriyle gurur duymuyorlardı. Sadece başka seçenekleri olmamıştı hayatta. Meslekten çıkmayı düşünen Resminur bunu başarabildi mi bilmiyorum. Fadime emekli olabildi mi? Bu kadınların her şeye rağmen yine de kısmen mutlu Romanlar olduklarını söylemeliyim. Başka bir cezaevinde ‘arabacılar’ olarak anılan Romanlar ayrı bir bölümde yaşarlardı ve diğer kadınlarla kesinlikle ilişkileri yoktu. Hapishanede bile soyutlanmışlardı.

Bu söyleşi için Çatlak Zemin’e teşekkürler. İyi ki varsınız!

"Bıçağın Üstüne Düştü"

Asiye Müjgan Güvenli'nin yazdığı, hapishaneden gerçek hayat hikâyelerini içeren Elinden Kaza Çıkan Kadınlar, Dipnot Yayınları tarafından önümüzdeki günlerde basılıyor. Kitabın önsözünü ve hikâyelerden birini Tadımlık olarak sunuyoruz...

Önsöz

70’li yılların sonunda bir kadın derneğinin çıkardığı bültenin sorumlu yazı işleri müdürüydüm. Bültendeki yazılarda basın yoluyla komünizm propagandası yaptığım ileri sürülerek 1980 yılı Ocak ayında tutuklandım ve sivil bir cezaevine gönderildim. Sosyalist politika yapan biri olarak bunun bir gün başıma geleceğini biliyordum. Ancak bunu bilmekle yaşamanın aynı şey olmadığını cezaevinin dış kapısından içeriye girdiğimde fark ettim. Bir tutuklu eşliğinde koğuşun yemekhanesine doğru yürürken ellerini nereye koyacağını bilemeyen ergen gibiydim. Yemekhanenin kapısında beni gören genç bir kadın avazı çıktığı kadar bağırıyordu: “Mahkûm geliyoooo, mahkûûm!” Hayatımda hiç psikiyatri kliniği görmemiştim ama nedense bir akıl hastanesinin böyle bir yer olabileceğini ve cezaevine değil akıl hastanesine getirildiğimi düşündüm ilk anda. Cezaevine, sivil bir cezaevine ilk girişimdi.  

O günlerde henüz benden başka politik nedenlerle kimse bulunmuyordu koğuşta. “Siyasi tutuklu” yabancı bir kavramdı koğuştaki kadınlar için. Bundan ötürü neden tutuklandığımı soran kadınlara bir türlü anlaşılır bir cevap bulamıyordum. Yazmak ile cezaevi koşutluğunun ikna edici bir cevap olmadığını anlayınca tutuklanma nedenini soran kadınlara “Devlete karşı çıktım da,” dediğimde, köy kökenli genç bir kadın “Haa, candarmaylan nizalaştın he mi?” deyivermişti. O anda devletin nasıl bir makine olduğuna ilişkin yaptığımız tartışmaların bu denli somut olarak özetlenmesinden derinden etkilendiğimi hatırlıyorum.

Kadınların önemli bir bölümü öldürme ve yaralama nedeniyle tutuklu ya da hükümlüydü. Yanı sıra birkaç Roman hırsızlık nedeniyle, birkaç kadın da o zamanlar suç olan zina nedeniyle tutukluydu. Çoğu köy kökenli her yaştan kadın vardı koğuşta. Kimi sakin kimi konuşkan, soran, inceleyen, birbirleriyle en küçük nedenle kavga eden, gülen, ağlayan yirmi-yirmi beş kadın. İlk anda ben onların yabancısıydım, onlar da benim. Yirmi dört saat birlikte yaşanınca bu yabancılık uzun sürmedi elbette. Onlar beni dinlediler, ben onları. Çoğunun psikolojik sorunları vardı ve cezaevinin psikoloğu yoktu.

Bu kadınlar aile ve çevre baskısı, gelenek, erkek egemenliği, yoksulluk, şiddet ve dışlanmışlık gibi nedenlerle, çıkış yollarının tıkanmasından ötürü katil ya da hırsız olmuşlardı. Özellikle “koca katili” kadınlar kocaları tarafından öldürülmemek için öldürmüşlerdi. Hemen hemen hiçbiri okuryazar değildi. Ama aralarında az sayıda da olsa lise ve üniversite mezunu kadınlar da vardı.

1980’li yıllarda askeri cezaevlerinden sonra farklı sivil cezaevlerinde birkaç kez bu öldüren, yaralayan, çalan kadınlarla aynı koğuşlarda yaşadım. Benimkinden farklı olan dünyalarını tanıdım. O dünyalarda, birlikte yaşanmadığında bilinemeyecek ayrıntılar fark ettim. Onların sadece “katil”, “hırsız” vb. olarak tanımlanmalarını, ya da en iyi olasılıkla yok sayılmalarını, görünmez kılınmalarını içime sindiremedim. Onların hikâyeleri de bilinsin istedim. 

Burada öyküleri anlatılanlar öldüren, yaralayan, çalan ve o zamanlar ceza kanununda yer alan “zina suçu” işleyen kadınlar. Yoksulluk, gelenek, seçeneksizlik kıskacına sıkışmış ve “elinden kaza çıkan” kadınlar. Toplumda tanınmazlar. Ya da “cani”, “hırsız” “suçlu” gibi sıfatlarla anılırlar. Korkulur onlardan.

Onların da anne, ev emekçisi, işçi, sosyalist, yani insan olduğu ancak onlarla birlikte yaşandığında fark edilir.

İşte burada hikâye edilenler bu kadınlar – “elinden kaza çıkan kadınlar”.

Asiye Müjgan Güvenli

 

"Bıçağın Üstüne Düştü"

O gün kadın gardiyan kapı altından aldığı dört tutuklu kadını koğuşa götürecekken, odasının önünde beklemekte olan meydancı Hatice’yi görünce “Al bunları koğuşa götür. Zinadan gelmişler” dedi. Hatice güle oynaya “Zinacılar geldi, zinacılaar” diye bağırarak yemekhaneye girdi bu dört kadınla. Âdet olduğu üzere yeni gelenler hemen “sorguya” alındı. İlk üç kadının hikâyesi dinlenildikten sonra gözler köşeye büzülüvermiş dördüncü kadına çevrildi. “Ee, anlat bakalım, seni kim bastırdı? Senin herif mi, yoksa âşığının karısı mı?” diye sordu Huriye.

Rengi solmuş çemberinin altından siyah saçları görünen, elmacık kemikleri zayıflıktan dışarı fırlamış esmer tenli bu kadın “Hiçbiri” dedi. “Ben zinadan gelmedim ki.”

“Neden geldin peki?”

“Benim herif bıçağın üstüne düştüydü, ölmüş. O sebepten.”

Kadınlar hep birlikte kıkırdadılar bunu duyunca. Huriye, “Kızım, bacım, niye düştü kocan bıçağın üstüne. Nasıl düştü de öldü?” diye adının Zeliha olduğu sonradan öğrenilen kadını sorgulamaya devam etti.  

Zeliha, kadınların gülüşmelerine karşın, yüzünde tek bir çizgi değişmeksizin ve arada burnunu çekip gözyaşlarını çemberinin ucuyla silerek devam etti anlatmaya:

“Çok içerdi rahmetli. İçer içer, sonra da vara yoğa döverdi beni. Yemek etsiz diye döverdi, banyo suyu çok sıcak diye döverdi, banyo suyu soğuk diye döverdi, kirayı ödeyemedik diye döverdi. Hep döverdi.

“O gün sovan doğruyodum mutfakta. Erken geleceği tutmuş eve. Duydum eve girdiğini ama devam ettim sovana. Dedim kendi kendime, çabuk pişireyim yemeği de yemek geç kaldı diye dövmesin bi’ de. Mutfağa girmiş, fark etmedim valla. Götüme bir tekme atmasıylan elimde bıçak dönüverdim. Birden yalpaladı bu, düştü bıçağın üstüne. Öyle yattı kaldı bıçağın üstünde. ‘Ahmet, Ahmet!’ diye seslendim, ses etmedi. Sızdı sandım sarhoşluktan. Korktum, kalkar da beni yine döver diye, gittim annemgillere. Akşam olunca gittim eve ki bu yatar hâlâ yerde. Bilemedim ne yapayım. ‘Çok içmiş herhal’ dedim kendi kendime. Gittim yattım. Sabah baktım, hâlâ yatar aynı biçim. Çok kan vardı yerde. O da kan içindeydi. Ahmet kalk hele dedim, yine ses vermedi. Yüzünü gördüm, bembeyazdı. Yanağına dokundum buz gibiydi. Kaskatı yatıyodu yerde.Benden bilmesinler diye gittim karakola, anlattım olanı biteni. İnanmadılar bana. Ne polis, ne hâkim. Yeminlen, ben bi’ şey yapmadım. Yalanım varsa gözüm çıksın.” 

“Vah vah” diye sözü aldı Huriye. “Belediye nikâhın var mıydı herifinen?”.

“He var” dedi Zeliha soran gözlerle.

“Oyy bacım, o zaman durumun ağır senin. İdam alırsın bacım sen valla” diye bilmiş bilmiş devam etti Huriye.

İdam sözünü duyar duymaz hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Zeliha. Huriye kadını yatıştırmak için, “Ağla bacım, ağla, açılırsın. Hepimiz geçtik bu yoldan. İdam etmezler merak etme. Müebbete çevirirler. Kim bilir belki de yirmi yıla düşer, adam hep dövüyodu dersen” dedi ve elinden hiç bırakmadığı iğne oyasına döndü sessizce. Belki de kendi hikâyesine ve buraya ilk girdiği güne.

Asiye Müjgan Güvenli
Elinden kaza Çıkan Kadınlar:
Hapishaneden Hayat Hikâyeleri
Dipnot Yayınları
2022
103 s.

kanton zürich2.jpg

Kanton  Zürich  Direktion  der  Justiz  und  des  Innem  Fachstelle  Kultur

Werkbeitrag Literatur 2021:

 Asiye Müjgan Güvenli: «Wie ich mich NICHT integrierte»

Geschichten über Migration gibt es viele, über das Aufbrechen und Ankommen, über die Schwierigkeiten des Bleibens, über das Dazugehören und doch Fremdsein, wenn man immer wieder darauf hingewiesen wird, dass man eigentlich gar nicht dazugehört – zum Beispiel durch die Frage: «Woher kommst Du eigentlich, woher kommst Du wirklich, woher kommst Du ursprünglich?» Geschichten über Migration kann es niemals genug geben, weil es, ganz im Gegensatz zu den stereotypen Erzählungen, die im Alltag zirkulieren, immer wieder andere Geschichten sind – wenn man denn die Menschen erzählen lässt, die wissen, wovon sie reden. Asiye Müjgan Güvenli weiss, wovon sie spricht. Das Romanmanuskript «Wie ich mich NICHT integrierte?» hat die Fachkommission gepackt und hat auch ordentlich weh getan beim Lesen. Denn die Ich-Erzählerin ist wütend, und sie hat einen beissend scharfen, analytischen Blick. Es sind nicht die Anderen, die Rechten, die Ewiggestrigen, die einfach nicht offen genug sind, um sich auf Menschen aus anderen Kulturen einzulassen, die sie ins Visier nimmt. Die oft haarsträubenden Geschichten, die sie aus dem Alltag von Menschen mit sogenanntem Migrationshintergrund erzählt, spielen sich in Beziehungen mit Menschen ab, die sich für weltoffen halten; Menschen, die politisch korrekt nach der Herkunft fragen. Also wissen wollen, was denn der fremd klingende Name einer Person bedeute, oder was denn die Muttersprache sei – um dann durch die Hintertür doch noch aufs Herkunftsland zu kommen. Überhaupt, die Fragen, die immer gestellt werden. In Asiye Müjgan Güvenlis Roman wird das ach so gut Gemeinte als Aggression entlarvt. Ob sie in den Ferien zuhause war, wird die Ich-Erzählerin gefragt – wo sie doch seit Jahrzehnten in Zürich lebt. Und wenn die Antwort nicht so nett, höflich und unkompliziert ausfällt, wie das von Fremden, wie die Autorin Migrantinnen konsequent nennt, erwartet wird, wird sie auch gerne ge- massregelt. Diese Geschichten halten uns einen Spiegel vor. Und weil sie den strukturellen Rassismus des ganz gewöhnlichen Alltags nicht nur scharf und präzise, sondern auch mit Lust am unfreiwillig Komischen und an der Absurdität gewisser Gesprächssituationen tun, weil sie von einem forschenden und zugleich erotischen Verhältnis zur Sprache und ihren Verästelungen angetrieben ist, unterstützt die Fachgruppe dieses Projekt mit Überzeugung und freut sich darauf, den ganzen Roman lesen.

 Begründung der Fachgruppe Literatur, Prof. Dr. Christine Lötscher, Philosophe Dielsdorf, 18. September 2021

Willkommen in der Schweiz?
Ein Erzählband von A.M.Güvenli


network
18. JANUAR 2022

Anthropologische Wesensmerkmale auszumachen ist ein schwieriges Unterfangen, aber der Mensch als soziales Wesen bedarf Beziehungen in existentieller Weise.

Anthropologische Wesensmerkmale auszumachen ist ein schwieriges Unterfangen, aber der Mensch als soziales Wesen bedarf Beziehungen in existentieller Weise.
Als Ungeborenes im Mutterleib ist es geborgen, nach der Geburt ist der Mensch nur in einem sozialen Kontext körperlich und erst recht seelisch überlebensfähig.
Bezogenheit auf andere Menschen erscheint also zumindest als ein Wesensmerkmal (auch wenn es der Mensch nicht exklusiv inne hat).
Wie ergeht es Menschen, die das Land, in welchem sie geboren wurden, verlassen, um in einem Staat Fuß zu fassen, zumal in einem oft so engem wie dem der Schweiz?

Vor kurzem erschien dort im „Verlag auf dem Ruffel“ das Buch von Asiye Müjgan Güvenli:
„Wie ich mich (nicht) integrierte – Flüchtigkeitsfehler“.
Es ist das zweite in deutscher Sprache erschienene Buch der 1957 in der Türkei geborenen Autorin.
In ihrem ersten Buch, „Gelächter, das die Mauern überwindet“, erzählte sie in kleinen Geschichten aus dem Gefängnisleben in der Türkei.
Mit dem nun publizierten Erzählband tauchen wir ein in den schweizerischen Lebensalltag der Autorin, wobei die teils sehr persönlichen Erlebnisse, von denen Güvenli berichtet, sich ohne weiteres auch in Deutschland oder Österreich genau so zugetragen haben könnten.
Teils berichtet sie eigene Erlebnisse, teils die von Bekannten, wie sie im Vorwort erläutert.

Wie es sich anfühlt als „fremd“ klassifiziert zu werden, wird in jeder der fast 30 Erzählungen schmerzlich spürbar.
Die ewige Frage nach dem „Wo kommen Sie her?“ (S. 15 ff) verbunden mit dem Hinweis „Sie sprechen aber gut deutsch“, wobei, so die Autorin, nie jemand sage, sie würde es sehr gut sprechen – immer nur „gut“.

Die LeserInnen sind mit dabei, wenn eine Schweizerin eine Mitbewohnerin sucht und stillschweigend unterstellt, diese sei sicherlich Muslima, schließlich kommt sie doch aus der Türkei, deshalb „halal“-Produkte einkauft und peinlich berührt zu sein scheint, als sich die neue Mitbewohnerin als Atheistin zu erkennen gibt – und zwar eine, die auch Schweinefleisch esse.
Nur um ihr dann zu erklären, wie man einen Holzlöffel korrekt nutze und was es mit dem Dampfkochtopf auf sich habe, denn so etwas werde man in der Türkei ja kaum kennen (S. 37 ff).

Wir erfahren, was passieren kann, wenn eine „Ärztin aus der dritten Welt“, die in einem Suchtzentrum arbeitet, sich erdreistet, statt arabischen Spezialitäten zum Frühstück für die Teamsitzung einfach nur Chips, Obst und Cake mitzubringen (S. 63).
Und auch der berüchtigte Topos von „Wir sind hier nicht in Afrika, sondern in Europa“ (S. 79 ff) begegnet uns.
Alles sehr dichte Geschichten und, ich komme darauf zurück, schmerzhaft zu lesen.

In einem Nachwort apostrophiert der Ethnologe und Judaist Jaeggi den Erzählband als ein „humoristisches Plädoyer für eine rebellische Integration“.
Sicherlich gibt es unterschiedliche Auffassungen von Humor, aber „humoristisch“ fühlte sich die Lektüre nicht an.
Verglichen mit dem eingangs erwähnten ersten Buch Güvenlis, in welchem sie auch eigene Gefängniserlebnisse verarbeitet und dort die Kraft des Lachens herausgearbeitet hatte, mit welcher die inhaftierten Frauen in der Türkei auf die Brutalität des Militärs und jener der Gefängnisbediensteten im Kollektiv und mit Solidarität antworteten, empfinde ich ihr neues Buch als schmerzbeladener.
Gerade, weil ihr und denjenigen, deren Geschichten sie erzählt, in der Schweiz nicht mit offener physischer Gewalt begegnet wurde, sondern mit dem Gestus der angeblich aufgeklärten, sich selbst oftmals als links und progressiv verstehenden „Einheimischen“, nicht selten auch dem „gut gemeintem“ Interesse.
Dabei aber rassistische Sterotype perpetuierend, daherkommend als „Flüchtigkeitsfehler“, wie auch der Untertitel des Buches lautet.
Diese kommen, wie sie Güvenli schildert, oftmals im Gewande dessen einher, was wir heute als „Mikroaggression“ bezeichnen.
Diesen über Jahre und Jahrzehnte ausgesetzt zu sein, als Mieterin, als Arbeitskollegin, Bekannte, Freundin, Mitfahrende im Zug oder im Bus, an jedem nur denkbaren Ort, wo Menschen einander begegnen, kann sodann tiefer wirken, tiefer verletzen, als es offen feindselige Brutalität seitens Gefängnispersonals vermag.
All das ändert aber nichts an den ständigen Bemühungen, doch irgendwie „dazu zu gehören“ und trotz allem die eigene Identität zu beschützen und an bestimmten Punkten auch die Integration zu verweigern.

Bibliografische Angaben zu dem rezensierten Buch:

Autorin: Asiye Müjgan Güvenli
Titel: „Wie ich mich (nicht) integrierte – Flüchtigkeitsfehler“
Seiten: 99
Verlag: Verlag auf dem Ruffel (Schweiz)
ISBN: 978-3-933847-63-8
Preis: 25 CHF

Rezensent:

Thomas Meyer-Falk
z.Zt. Justizvollzugsanstalt (SV)
Hermann-Herder- Straße 8
D-79104 Freiburg
Deutschland
https://freedomforthomas.wordpress.com
http://www.freedom-for-thomas.de

Thomas Meyer Falk

Gelächter, das die Mauern überwindet

Eine Rezension - Veröffentlicht am Oktober 14, 2020 

      Vor 40 Jahren kam es in der Türkei zu einem Militärputsch, davor und danach landeten unzählige politische AktivistInnen in den Kerkern der türkischen (Militär-)Justiz. Vom Leben und Überleben in der damaligen Zeit erzählen die 17 Geschichten Güvenlis. Erst 2018 erschien die Sammlung von Erzählungen der 1957 am Schwarzen Meer geborenen Autorin auf Türkisch und dieses Jahr im Duisburger Verlag Trikont dann auch auf Deutsch.

Hülya Osmanağaoğlu

Rez.jpg

Kadınların 12 Eylül'ü ve Taş Duvarı Aşan Kahkahaları

       Asiye Müjgan Güvenli'nin kaleme aldığı "Taş Duvarı Aşan Kahkahalar" 12 Eylül'ü ve direniş hikayelerini gülümseten öykülerle anlatmanın ötesine geçerek kadınların 12 Eylül'ünü de erkek tarih anlatısının dışında bir kurgu ve vurguyla ele alıyor.

12 Eylül yılları ve cezaevleri konuşulmaya başlandığında ilk akla geleneler doğal olarak devrimci direnişler ve devlet şiddeti oluyor.

Döneme ilişkin yazılan anılar, edebi metinler, çekilen filmler ve belgeseller hep politik koşullara ve erkeklerin direniş öykülerine yoğunlaşageldi. Kadınların 12 Eylül anıları, direnişleri ve tüm yaşadıkları, sınırlı sayıda çalışma dışında görünmez olmaya devam ediyor.

Bu erkek ve büyük politik analizler merkezli bellek oluşturma yönteminin bir sorunu da yaşanan devrimci direniş tarihinin yerelliğini ve toplumsal koşullarını gözden kaçırması.

12 Eylül'ü işkenceler, direnişler ve devlet analizlerinin sınırlılığı ekseninde ele alan bir tarihsel-siyasal bellek her durumda bugüne ilişkin gerçekçi siyasal analizlerin de önünü tıkamakla malul.

bottom of page